Uyanış ve hakikat bilgisi; Kuran- Kerim’de , diğer dinlerde, bilimde, yogada, kişisel gelişim metodlarında, psikolojide, felsefede, farklı coğrafyalarda, farklı araçlarla bize sunulur. Hepimizin “BİR” olduğunu görebilmemiz için.
Ledün İlmi, hakikati Kuran-ı Kerim ve tasavvuf yoluyla bize anlatır.
Kuran-ı Kerim’i uzun yıllar, defalarca, orjinalini ( Özgün hali, özel bir teknikle yazılmıştır. İleride bundan detaylı bahsedilecektir) ve manasını okumuş, ( Atatürk’ün önerdiği Elmalı Hamdi’nin tefsiriyle ) incelemiştim.
Saygı değer hocam Prof. Dr. Hüseyin Uysal’ın sohbetleri ve kitapları sayesinde Ledün İlmi ile tanıştım. Hakikati; bu yoldan, Ledün İlmi ile anlatarak bizleri aydınlatmıştır.
Onunla tanışıklığımız, gördüğüm bir rüya sonrasında gittiğim seminerde başladı.
Rüyamda telefonum çaldı. Işıl ışıl parlayan, ışıklar yayan ekranda “Hüseyin Uysal arıyor” yazdığını gördüğümde “Beni kendisi davet ediyor gitmeliyim” diyerek uykudan uyandım ve tüm bahaneleri bir kenara bırakarak gitmeye karar verdim.
Tesadüflerin, hiçbir karşılaşmanın boşuna yaşanmadığını biliyoruz.
Dr. Hew Len’den sonra yine bir tıp doktoru ve insanların uyanışına rehberlik edecek bilgelerden biriyle yolum kesişmişti.
İslami Coğrafyada Ledün İlmi
İslami coğrafyada “Hakikat” bilgisi; Ledün İlmi ile açıklanır. Ledün İlmi ile ilgili Hüseyin Bey’in sohbetlerinden ve “Bir’den Bir’e uyanmak” adlı kitabından değerli bilgileri sizlere aktarmak isterim. Ona insanlığa katkıları için teşekkürlerimi sunuyorum.
Ledün ilmi ; Allah bilgisi ve sırları, batın (bilinmeyenlerin) ilmi, gayb ilmi, hakikat ilmi olarak bilinir.
Kuran’da Kehf Suresi 65. ayette geçen “bizim katımızdan , bizim tarafımızdan bir ilim” ifadesi ile “Ledün ilmi” anlatılır.
Allah’ın, İslamiyetin peygamberi Hz. Muhammed’e bildirdiği gerçekler üç grupta ele alınmıştır.
- Grup gerçekler, Allah ile Hz. Muhammed arasındaki sır bilgiler
- Grup gerçekler, aklen ve ruhen yükselmiş (bilinç düzeyi yüksek) , “havas (seçilmiş kullar) veya “havassü’l havas (seçilmişlerin de seçilmişi kullar) tarafından kavranabilen bilgiler
- Grup gerçekler, herkese bildirilen bilgilerdir.
Hz. Muhammed tarafından ehil olan kişilere anlaşılması güç bir takım hakikatlerin bildirildiği ve bunların pek çoğunun dilden dile, gönülden gönüle iletildiği bilinmektedir. Çünkü bunlar herkesin anlayamayacağı gerçeklerdir. Bu bilgilerin aktarımı ehil kişiden ehil kişiye aktarılması şeklinde olmuştur.
Hakikate (Ledün ilmi‘ne) vakıf olan kişi için ayrım, dualite yoktur.
Allah, ikilik ve çokluk bilincinden kendisini kurtarabilen ( Birlik bilincinde olan) kullarının kalplerine, gözlerin görmediği, akla hayale gelmeyen birçok lütuflarda bulunmuştur.
Hz. Muhammed bir hadisinde:
“Bildikleriyle amel edene Allah bilmediklerini öğretir.” der.
Allah, dilediği kişilerin bilinçlerindeki perdeleri kaldırarak, o kişilerin anlama yeteneklerini doğruya , gerçeğe, hikmete açar. Böyle kişiler bütün tavır ve davranışlarının Allah’ın (Bağlı olduğumuz yüce kaynağın) dilemesiyle gerçekleştiğinin bilincine ulaşırlar. Hayata bakışları farklıdır ve olaylar üzerindeki tahminleri tutarlıdır. Kendini bilmeyen hiçbir kimse, kendini bilen bir kişiyi aldatamaz. Böyle bir kişi olayların iç yüzünü keşfetmeye başlar ve ileri görüşlü bir haline gelir.
Allah, peygamberler vasıtasıyla insanlara bilgiler öğretmiştir. Bu öğretme bazen açıktan, bazen de doğrudan kalbe gelen ilhamlar şeklinde gerçekleşmiştir. Fakat bunların insan bilinciyle kavranması güç olduğu için, insanların çoğu bu bilgileri idrak edememişlerdir.
Kuran ayetleri çift manalı bir özelliğe sahiptir.
Zimer suresi 23. ayette “Allah, sözlerin en güzelini, birbirine benzer iç içe ikiz manalar ifade eden bir kitap halinde indirmiştir.” denir.
Bu manalardan biri akıl ve duygu organlarının tetkik alanına girer; ikincisi akıl üstü bir kudret olan basiret ve kalp gözünün tetkik alanına girer.
Enam suresinde (202-204 ayet) “Onu baş gözleriniz idrak edemez. O ise bütün baş gözlerini idrak eder.” yazar.
İlk bakışta farkedilen anlam, zahiri anlam veya baş gözüyle farkedilen anlamdır. Bu anlamı reddetmeden gönül gözüyle ve bilincin açılmasıyla farkedilen anlama üst mana, batıni veya ledünni mana denir. Zahiri mana olmadan batıni mana anlamsız kalır. İki anlamı da dikkate almak gerekir.
Ledün ilminin hak ve hakikat olduğu Kuran-ı Kerim ve sünnetlerle sabittir.
Kuran’da Hz Musa ile kendisine özel bir ilim verilen bir kul (Hızır olduğu varsayılan) arasında cereyan eden şu olay Ledün ilmi ile ilgili muhteşem, pırıltılar yansıtmaktadır.
Hz Musa’ya inananlardan biri:
“Ey Allah’ın elçisi, dünyada senden daha bilgili kimse var mı?” diye sordu.
Hz. Musa “Hayır, böyle kimse bilmiyorum.” diye cevap verdi. Bu cevap hoş karşılanmayarak Hz Musa’ya şöyle vahyedildi:
“İki denizin birleştiği yerde bir kulum var ki, o senden daha bilgilidir. Ona özel bir ilim ( ledün ilmi) vermişimdir.” buyurdu.
Nihayet o şahsı buldular. Kuran’da bu buluşma şöyle anlatılır:
“Derken, kullarımızdan bir kul buldular ki, ona nezdimizden bir rahmet vermiş, yine ona tarafımızdan bir ilim (Ledün İlmi) öğretmiştik.” Kehf Suresi 65. ayet.
Hz. Musa vahiyle işaret edilen bu Zat’a yaklaşıp selam verdi.
“Ben Musa’yım. Bana Allah tarafından, insanların en bilgili olarak bildirilen Zat sen misin?” diye sordu.
Bu zat da:
“Demek İsrail peygamberi Musa sensin. Ya Musa , Allah sana bir ilim vermiştir, o bende yoktur; bana bir ilim vermiştir, o da sende yoktur.” dedi.
Hz. Musa
“Allah’ın sana öğrettiği ilmi ( hakikate ulaştıracak ilim ve hikmeti) bana da öğretmen için sana tabi olabilir miyim?” (Kehf suresi , 66. ayet) dedi.
Görülüyor ki; ilmin öğrenilmesi için “tabi olmak” gerekiyor. çünkü bu ilim sadırdan sadıra ( gönülden gönüle) nakledilecektir. Bunun için maddi-manevi beraberlik zorunluluğu vardır.
Hz. Musa zahiren anlaşılması mümkün olmayan , kendisinin anlayamadığı bazı hakikatlerin hikmetini Bu Zat’tan öğrenmek istiyordu.
Bu Zat, Musa’ya:
“Doğrusu sen benimle beraberken sabretmeye asla gücün yetmez! İç yüzünü bilmediğin bir bilgiye nasıl sabredeceksin?”
İlim, sabır istiyordu ve Hz Musa çok hareketli bir hayattan geliyordu. Hz Musa’nın alacağı ders, ilahi hakikat ilmi karşısında kendi seviyesini ve acizliğini görmekti.
Hz. Musa ısrarla:
“İnşallah beni sabırlı bulacaksın. Sana hiçbir işte karşı gelmeyeceğim.”
O Zat:
“Madem bana uyacaksın, ben sana bir şey söylemedikçe, hiçbir konuda bana soru sorma.” (Kehf Suresi, 70. ayet)
Bunun ardından sahilde beraberce yürüdüler. Nihayet iki kardeşe ait bir gemiye bindiler. O Zat, kendilerinden ücret bile almayan bu salih kimselerin gemisini delmeye başladı.
Hz. Musa heyecanla:
“Gemi halkını boğmak mı istiyorsun? Niye gemiyi deldin? Bu geminin sahipleri fakir kimseler, buradan ekmek paralarını çıkartıyorlar. Bu gariplerin gemisinden ne istedin? Doğrusu çok şaşılacak bir iş yaptın!” dedi.
O Zat ise önceki uyarısını hatırlattı:
“Ben sana , benimle beraberliğinde sabredemezsin demedim mi?” cevabını verdi.
Hz. Musa :
“Unuttuğum bir şeyden dolayı beni hesaba çekme; bu iş sebebiyle bana zorluk çıkarma.” dedi.
Tam bu sırada bir serçe kuşu geminin kenarına kondu. Denizden gagasıyla su aldı. O zat , bu manzarayı Hz. Musa’ya göstererek şu benzetmeyi yaptı:
“Allah’ın ilmi yanında senin, benim ve diğer varlıkların ilmi, şu kuşun denizden aldığı su kadardır.”
Bir süre sonra gemiden indiler ve birlikte yürümeye başladılar. Nihayet bir erkek çocuğuna rastladılar. O Zat, hemen o çocuğu öldürdü.
Hz. Musa:
“Tertemiz bir canı, bir can karşılığı olmaksızın öldürdün! Gerçekten çok fena bir şey yaptın!” dedi.
O Zat ise yine aynı şeklide cevap verdi:
“Ben sana benimle birlikte sabredemezsin demedim mi?”
Hz. Musa:
“Eğer bundan sonra bir şey sorarsam bana arkadaşlık etme. Hakikaten, sana ileri sürebileceğim mazeretlerin sonuna ulaştım. dedi.
Yine yürüdüler. Nihayet bir köy halkına varıp onlardan yiyecek bir şeyler istediler. Ancak köy halkı onları misafir etmekten kaçındığı gibi, üstelik onlara bir de kötü davrandılar. Hz. Musa ve o Zat köyden çıkarken orada yıkılmak üzere bulunan bir duvar ördüler. O Zat, duvarı yeni baştan örüp doğrulttu.
Bunun üzerine Hz. Musa:
“Kendilerine geldiğimiz halde bize ilgi gösterip ağırlamayan, açlığımızı dinidrecek bir lokmayı bize çok gören şu insanlara sen ücret almadan iş yapıyorsun. Dileseydin, elbet buna karşı bir ücret alabilirdin.” dedi.
O Zat ise şöyle dedi:
“Artık birbirimizden ayrılma vakti geldi. Şimdi sana, sabredemediğin olayların iç yüzünü söyleyeceğim:
O deldiğim gemi, denizde çalışan yoksul kimselerindi. Onu kusurlu göstermek istedim. Çünkü onların arkasında, bütün sağlam gemilere el koymakta olan bir kral vardı.
Erkek çocuğa gelince; salih bir anne babanın çocuğuydu. İleride isyankar olacak, onları azgınlık ve nankörlüğe sürükleyecekti. İstedik ki, Rableri onlara daha temiz ve merhametli bir evlat versin.
Doğrulttuğum duvar ise, köydeki iki yetim çocuğun idi. Altında da onlara ait bir hazine vardı. Çocukların babası salih bir kimseydi. O iki çocuk için Rablerinden bir rahmet olarak hazineleri çıkarıldı.
Ben, bunları kendiliğimden yapmadım. İşte sabredemediğin olayların içyüzü budur.”
Bu kıssadaki hikmetli, ibretli ve esrarlı noktalara dair pek çok şey ifade edilmiştir. Hüseyin Uysal, bu hikmet dolu nükteleri şöyle ifade etmiştir:
“Ledün İlmi, olaylara , zahiri şartların, beşeri değerlendirmelerin ötesinde, içyüzü çoğu insanlar tarafından bilinmeyen bir düzenin ölçüleriyle bakıştır. Mesela bütün ilimlerde “soru sormak”, öğrenmenin en önemli anahtarı kabul edilirken; bu ilimde soru sormak , itiraz ve tartışma yoktur. Sükut, sabır ve teslimiyet vardır.
İşlerin sonuna bakılır. Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri ne güzel söyler:
Hakkı şerleri hayreyler
Zannetme ki gayreyler
Arif anı seyreyler
Mevla görelim neyler
Neylerse güzel eyler
Deme niçin şu şöyle
Yerincedir o öyle
Var sonunu seyreyle
Mevla görelim neyler
Neylerse güzel eyler!
kıssada geçen gemi seyahatinde salih gemici kardeşler, Hz. Musa ve o Zat’tan ücret almamışlardı. Bu suretle salih dostlara yapılan küçük bir iyiliğin büyük bereketiyle karşılaştılar. Gemileri, telafisi mümkün küçük bir zararla gasbolunmaktan kurtuldu. Yine geminin kusurlu kılınarak kralın gasbına engel olunması, bilinen manada, kişinin ömür deryasında yüzen gemisi mevkiindeki nefsini kusursuz gördüğü takdirde kibir ve kendini beğenme girdabında manen helake sürüklenebileceği, bu sebeple de sürekli acziyet ve kusurunu itiraf haliyle manevi kayıplardan sakınması gerektiği şeklinde açıklanmıştır.
O Zat’ın masum bir çocuğu öldürmesinde de hikmetler vardır: İnsanoğlu, kalbindeki çoluk-çocuk, ana-babaa, kardeş sanın katli, pek tabi ki büyük bir suçtur. Bu kıssadaki gibi bir olayın sırf batın ilmine dayanılarak gerçekleştirilmesi, zahir ile mükelelf olan ümmet-i Muhammed hakkında mümkün değildir.
Kalbi ilme sahip büyük zatlar da zahiri sebepler teşekkül etmeksizin harekete geçmez, sebepler dünyasından ayrılmazlar.
Hz. Musa bir elçidir ve onu tatbik etmekle görevlendirilmiştir. O Zat ise Allah’ın bildirildiği bir ilim dahilinde hareket etmektedir. Yani yaptıklarını kendi arzusuyla değil, Rabbinin emriyle yapmaktadır.
Kıssadaki olaylar, zahiren şer’i gerçeklere aykırı gibi görünse de hakikatte birbirini tamamlayan farklı olaylardır. Hz. Musa bu olayların sırrını öğrenince itirazı bıraktı. Anladı ki şeriat beden, hakikatte ruh gibidir. Şer’i kurallar herkes için geçerli olduğundan , insanların çoğunluğunun batıni gerçeklere vakıf olmamaları nedeniyle mükellefiyetleri de zahiri sebeplere göredir.
Dİğer taraftan köylülerin kötü muamelesine rağmen ve hiçbir maddi menfaat olmaksızın yıkılmak üzere olan duvarı tamir etmesi , aslında yetimlerin himayesinin ne derece önemli bir görev ve yüksek fazilet olduğunu ortaya koymak içindir. Ayrıca helal kazancın ziyana uğramayacağı hikmetinin ifadesidir.
Mana üstadlarına zahiri ilimleri değil, kalbi ilimleri tahsil için gidilir. Çünkü onlar , Allah’a ulaştıran yolların rehberleridir.Tefsir, hadis, tasavvufa intisab etmiş, bilmedikleri incelikler hususunda Hakk dostlarını rehber edinmişlerdir.
Dünyanın en büyük hukukçularından biri olan İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri de, Cafer-i Sadık Hazretleri’nin sohbetinden feyizlenmiştir.
Ebu Hanife Hazretleri’nin maneviyat ehline büyük hürmetini ifade eden şu olay da çok önemlidir:
Hakk dostlarından İbrahim bin Edhem’in yolu İmam-ı Azama Hazretleri’ne uğradı. Ebu Hanife’nin etrafındaki talebeler İbrahim bin Edhem’e küçümseyen , garipseyen gözlerle baktılar. İmam-ı Azam bu durumu gördü ve İbrahim bin Edhem’e :
“Buyurun efendimiz, meclisimize şeref verdiniz!” diye seslendi.
İbrahim bin Edhem mahcup bir eda ile selam verip geçti.
İmam-ı Azam’a talebeleri sordu:
“Bu kimse efendilik ve büyüklük sıfatına ne bakımdan layıktır?”
İmam-ı Azam, yüksek tevazusunu ifade eden şu cevabı verdi:
“O daimi bir surette Allah ile meşgul, biz ise işin kıyl-u kaliyle…”
Ledün İlminde ilahi tayinle konulmuş olan adab ve erkana riayet etmek gerekir. Bu adabın en mühimlerinden biri, kulun acziyet ve hiçliğinin bilincinde olarak mütevazi olmasıdır.”
Nitekim Hz. Musa;
“Kavmimle uğraşmam lazım, bana Tevrat yeter, zaten vahye muhatap biriyim, Allah’tan istesem O, bana bu ilmi doğrudan öğretmeye kadirdir…” dememiş; yüksek bir tevazu sergileyerek murad-ı ilahiye tabi olmuştur. Böylece gelecek insanlığa bu hususta bir ölçü ve davranış mükemmeliğinden bir örnek sunmuştur.
“O alimi bulmak için gerekirse yıllarca yürümeye kararlıyım.” demesi de bunun açık delilidir.
Hz. Musa’nın gösterdiği tevazu, ilim ve marifet talibi herkese güzel bir örnektir.
Allah dileseydi o Zat ile Musa’yı hemen karşılaştırabilirdi. Halbuki onları sıkıntılı bir yolculuk sonunda karşılaştırmayı diledi.
Demek ki bu yolda, aşk ve istiğrak (manevi hallere dalıp herşeyi unutma hali) içinde bir azim, kararlılık ve gayret ile “lutf-i ilahi” gerekiyor. Bu ilme ekseriyetle, sebepsiz, rehbersiz ulaşılamaz.
Ancak Veysel Karani Hazretleri gibi “Üveysi meşrep” olanlar istisnadır.
Bu yolda büyük bir azim ve yüce bir çabaya ihtiyaç vardır.
Hz. Musa’nın o zat’tan ilim tahsil etmek istemesi; “Nasıl olur da bir veli, büyük bir elçiye ders verebilir?” şeklinde bir soruyu akla getirebilir.
O zat’ın Hz. Musa’ya belli bir müddet üstad olması nedeniyle Hz. Musa’dan üstün olduğu söylenemez. Gerçekte burada bir üstünlük mukayesesi söz konusu olamaz.
Buradaki hikmet, ilahi ilim karşısında tüm elçiler de dahil bütün varlıkların acizlik içinde olduğu gerçeğinin bütün insanlığa gösterilmesidir.
Tüm elçiler de bir beşer olmakla birlikte, ilahi vahye mazhar olmuş, seçilmiş kişilerdir. Ancak onlar da aciz birer beşer olmak itibariyle nadiren “zelle” denilen hatalara düşerler.
Allah bu suretle onlara da, kah hükümler açığa çıksın diye, kah insanlığa örnek olsun diye beşer olmanın acziyetini tattırır ve onları çoğu kez bizim anlayamayacağımız bir şekilde terbiye eder.
Elçiler bile büyük bir kudret ve yetkiye sahip olmalarına rağmen, kendilerine bahşedildiği kadar ilme vakıf olmuş ve Allah’ın lutfettiği nisbette de gaybı anlayabilmişlerdir.
Ledün İlmi, vehbi ( Allah’ın lütfu ile olan) olduğundan, onlar bile Allah’ın bildirdiğini bilir, bildirmediğini bilemezler.
Hz. Musa’nın o Zat’tan ilim taleb ederken kullandığı tabir de “sana verilen ilim” şeklindedir. Bütün ilimlerin mutlak kaynağı Allah’tır. O dilediğine, dilediği kadar bundan ihsan eder.
Bu yolda sabır ve temkin ehli olmak esastır.
Binbir sır ve hikmetlerle dolu olan Hz. Musa’nın bu kıssası, Ledün ilminin içeriğinden sadece bir kaç örnek sergilemektedir.
- Bizlerin sınırlı algımızla algıladıklarımızın dışında; gerçeğin bambaşka olabileceğini, büyük resmin farklı ve her yaşanan durumun birden çok anlamının olabileceğini kavramak Ledün ilmini anlamamızı kolaylaştırır.